Ses: Tascam Dr-701D ve Düşündürdükleri

tascam_dr_701dTürk sinemasında ses hep sorunludur. Son on beş yirmi yılda biraz düzelse de hala konunun tam olarak çözülemediği açık.

Tabi hal böyle olunca sesin kısa filmlerde daha da beter olması kaçınılmaz. Bir kaç yıldır özellikle atölye yaparken bu meseleye kafayı takmış olduğum için çeşitli aletler ve yöntemler deniyordum.

Ses kaydında ilk sorun tabi ki mikrofon. Gerçekten çok iyi mikrofonlar binlerce dolara satılıyor fakat aslinda bunlara ihtiyacınız yok. İnsan sesi konuşma sırasında (bir piyano veya keman olmadığı için) çok büyük bir frekans aralığı gerektirmiyor (100-5000 hertz arası).

Tabi ki 3000 dolarlık bir mikrofondan çıkacak ses 150 dolarlık bir mikrofonla kaydedilenle aynı olmaz ama bütçenize göre makul bir seçim yapmakta yarar var. Ucuz ama görece iyi mikrofonlarıyla bilinen Rode’un NT veya biraz daha üst seviye Alman Sennheiser’in MKE600 gibi “shotgun” mikrofonlari dialog kaydı için çoğu durumda son derece yeterli.

İkinci sorun profesyonel bütün ses ekipmanlarında olduğu gibi XLR çıkışa sahip bu mikrofonlardan gelen sinyali kameraya kaydetmek. Ne yazık ki yarı profesyonel kameraların hem girişleri “mini jack” (Apple’ın yok etmeye kararlı olduğu o meşhur giriş) hem de içlerindeki preamp (ses yükseltici devre) iyi değil. Bu yüzden özellikle kablo uzadıkça ses kaydında bir çok sorun ortaya çıkıyor. Ayrıca bu bağlantıyla mikrofonlara ihtiyaç duydukları 48V luk elektriği de yollayamıyorsunuz. Kameranızda XLR girişleri yoksa ya bir “preamp” satın alacaksınız ya da dışarıdan kayıtçı kullanacaksınız.

Tabi ses konusunda sonu gelmeyen bir tartışma kaydın 16 bit 48 KHZ olmasının yeterli olup olmayacağı konusu (Bir çok kamera bu şekilde kayıt yapıyor).  Bu konuya döneceğim.

Garip olsa da aslında en çok bir “sopaya” (boom) ihtiyacınız var. Tabi bu herhangi bir sopa olmasa iyi olur : ) Özellikle içinden kablolu olanlar çok pratik.

Bütün bu aletleri edinmek aslında işin en kolayı. Zor olan ondan sonra başlıyor: Düzgün bir kayıt yapmak!

Ses kaydında en önemli nokta S/N Ratio adı verilen “sinyalin gürültüye oranını” ayarlamak. Peki bu ne demek? Burada sinyal dediğimiz şey aslında konuşma oluyor. Dolayısıyla konuşmaların kaydının ortamdaki (klima, trafik, uçak sesi, rüzgar vs) ve sistemdeki (humm, buzz, hiss vs) diğer gürültülere (noise) göre yüksek olması çok önemli. Aksi durumda konuşma anlaşılmaz olacak veya sonradan üzerinde işlemler yapılmaya çalışıldığında ses metalikleşecek ve bozulacaktır.

Yüksek bir S/N ratio sağlamak için yapılacak üç temel şey var:

1- Ortamdaki klima, TV vs gibi gürültüleri yok etmek. Pencereleri kapatmak, sessiz ayakkabılar giymek ve ekibin mutlak sessizliğini sağlamak.

2 – Ortam çok gürültülüyse yaka mikrofonu (Lavalier) kullanmak: Bunlar doğaları gereği dış gürültülere daha az duyarlılar ama kabloyu ve kendilerini gizlemeniz gerekiyor.

3- En önemlisi: Shotgun diye anılan mikrofonu oyunculara tutabileceğiniz en yakın mesafede tutmak. Fakat bunu aynı zamanda kameraya da görünmeden yapmak durumundasınız. Ayrıca yukarıda sözünü ettiğim mikrofonlar önlerine çok duyarlıyken yandan veya arkadan gelen seslere daha duyarsızlar. Bu da yanlış açıyla tutmanız halinde kötü bir ses kaydına yol açıyor.  Ayrıca bulunduğunuz ortamda “reverb” (yankı veya yansıma) fazlaysa boş duvarlardan dönen ikincil sesler kaydı etkileyeceği için ses battaniyeleri kullanmanız gerekebilir.

Sahnede iki veya daha fazla kişi varsa dialogu doğru takip edebilmeniz ve bunu yaparken de gürültü çıkarmamanız, görünmemeniz ve mikrofonu titretmemeniz gerekiyor. Kamera da hareket halindeyse işiniz daha da güçleşiyor.

İşte basit gibi görünen bir “sopa tutma işi” aslında son derece zor bir meslek. Normalde profesyonel bir film setinde bir “Boom Operator” ve ayrıca bir de “Production Mixer” bulunur. Bu ikinci kişinin görevi ses kaydının (veya kayıtlarının) yüksekliğini takip etmektir. Daha dar bütçeniz varsa bazen “Boom Operator” aynı zamanda “mikserlik” de yapmak durumunda kalabilir veya kameraman ses kaydına bakabildiği kadar bakar (Tabi bu iyi bir seçenek değil)

Ses kaydının yüksekliği elbette yukarıda bahsettiğim S/N Ratio açısından kritik. Yüksekliği asla belli bir seviyenin üstüne (clipping) ve altına gitmeyecek şekilde ayarlamanız gerekiyor. Özellikle “dinamik aralığı” geniş bir sahnede (örneğin oyuncuların aniden bağırıp sonra fısıldadıkları bir sahne) işler son derece zor hale gelebiliyor.

Kısaca aslen ekipmandan çok o ekipmanın doğru kullanımı önemli.

Profesyonel sinemada kameranın üzerine kayıt yapılmaz (yapılsa da pek kullanılmaz). Bunun yerine “Double System Sound” (İkili Ses) adı verilen bir teknik kullanılır: Yani ses ayrı bir aletle ayrı bir ortama kaydedilir. Tabi bu da sonradan seslerin eşlenmesi (sync) sorununu ortaya çıkarır.

Bu eşleme meselesiyle uğraşmamak için dışardan kayıtçılara pek sıcak bakmıyordum ve Juicedlink’in bir preamfisini kullanıyordum ama bir kaç ay önce yukarıda gördüğünüz Tascam DR-701D‘yi Oktostore‘dan satın aldım.

Bu aletin fikrimi değiştirmesinde en önemli etken dünyada ilk defa bir kayıtçının HDMI sayesinde kameraya bağlanıp timecode bilgisini almanın yanı sıra siz kayda basınca kayda girmesi, çıkınca çıkmasıydı. Buna ek olarak yeni kurgu yazilimlari eşleme işini neredeyse otomatik hale getirdi.

Dört ayrı kanaldan (girişten) 24 bit 192 KHZ kayıt yapabilen DR701d bu boyut ve fiyat aralığında timecode işleyebilen ilk ürün. Yani kameradan HDMI bağlantısı yaparsanız görüntü ile ses aynı timecode verisine sahip oluyor. Bu daha önce ancak çok üst düzey aletlerde görülen bir özellikti.

DR 701D aynı anda HDSLR’a da çıktı veriyor. Böylece hem kameranın üzerine hem SD karta kayıt yapmış oluyorsunuz. Kameradaki 16bit/48Khz’den farklı olarak 24 bit 192 khz kaydettiğim dialoglarda ilk dinleyişte ciddi bir fark görmedim ama hem sorunlu seslerin düzeltilmesinde işe yarıyor hem de yedek oluyor.

Özellikle 4 ayrı mikrofondan ses kaydetmek gibi işlere girecekseniz tabi yararlı bir alet. Ayrıca kameradan bağımsız bir kayıtçıya sahip olmak pratik olarak da bazen işe yarıyor. Aletin tek kötü yanı üzerindeki “Limiter” in (sınırlayıcı) ne yazık ki analog değil sayısal olması. Analog sınırlayıcılar şimdilik sadece Sound Devices gibi üst seviye kayıtçılarda oluyor. Bunların da fiyatları Tascam’ın 7-8 katına yaklaşıyor!

Tabi çekim işin sadece bir kısmı. Sorunlu sesler her zaman oluyor. Bunların bir takım filtrelerle düzeltilmesi veya yeniden kaydedilmesi (ADR), foley, efekt ve müziklerin eklenmesi ve iyi bir miksaj yapılması şart. Çekimin hemen sonrasında açığa alınacak ses kayıtları (wild lines) da hayati önem taşıyor.

Kısaca bağımsız filmciler ve kısacılar için güzel zamanlardayız! Kameralara deli gibi yatırım yapmak ve her yıl geri düşmek yerine sese yatırım yapmak filmlerinizin kalitesini ciddi şekilde arttıracaktır. Zira filminiz ne kadar iyi görünürse görünsün sesleri anlaşılmıyorsa veya amatörse bütün etki yok olacaktır.

Mavic!

dji-mavic-pro-droneSon yılların en heyecan verici şirketlerinden DJI dün yeni insansız hava aracı Mavic‘i tanıttı.

DJI örneğin Canon’un tam tersi sayılabilecek bir şirket: Yeni oyuncak Mavic daha altı ay önce çıkardıkları Phantom 4’ün bütün özelliklerini içeriyor ve ondan daha uzağa uçabiliyor (7 Km!) ve daha da önemlisi 730 gramlık gövdesi katlanabiliyor. Yeni Mavic çok küçük ve daha ucuz! Kısaca şirket kendi ürünleriyle rekabet eden ürünler çıkarmaktan geri durmuyor.

Bir kaç gün önce kendi IHA’sı Karma‘yı duyuran GoPro şu an herhalde ağlıyordur diye düşünüyorum! Zira Mavic her alanda Karma’yı fena halde dövüyor : )

Yeni Mavic kamerayla birlikte geldiği için daha ucuz, çok daha akilli (engel tanıma sistemi), daha gelişmiş, daha hafif ve basitçe daha iyi. Kumandanız yoksa sadece akıllı bir telefonla bile kullanabiliyorsunuz.

4K’lık kamerası diğer DJI’lardan farklı değil yani profesyonel amaçlar için çok uygun değil belki ama yine de 730 gramlık uçan bir kamera için fazlasıyla yeterli.

IHA’lar beklenenden hızlı geliyor.

Bravo DJI!

Keşke kamera da yapsa bu adamlar.

Elinizdeki Kamera En İyisidir!

l16-lens-closeup
Canon’un 5D MK IV’ü (ve arkasından çıkardığı EOS M5 rezaleti) sadece beni değil bir çok başka kullanıcıyı da üzdü.

Japon devinin yıllardır belalısı olan DXO Mark yeni 5D’ye bir Canon’a bugüne kadar verdiği en yüksek puanı (91) verse de (Bu yeni algılayıcı dinamik aralık konusunda Sony’lere epey yaklaşmış görünüyor) video cephesinde ne yazık ki Canon tarafından açıkça yarı yolda bırakılmış durumdayız.

Şirketin yarattığı fiyasko o kadar açık ki kamera üretcileriyle daima iyi geçinmeye çalışan DPReview bile EOS M5’in bir hayal kırıklığı olduğunu yazdı.

Bütün bunlar olurken bugün Panasonic GH5 hakkında ipuçları duyurdu. Fuji orta formata girdiğini ilan etti. Sony ise Alpha 99 MK II’yi açıkladı. “Aynalı aynasız” sayılabilecek bu SLT (Single Lens Translucent) kamera 42 MP’lik tam boy bir algılayıcıdan kırpılmamış 4K video veriyor! Yani bazı arkadaşların Canon’un “gerçekten yapamadığı için yapmadığını” iddia ettiği şeyi yapıyor!

Bu durumda önümüzdeki seçeneklere bakalım:

  • “Ölümüne Canon” deyip 5D MK IV veya 1DX MK II veya C serisi saçma kameralardan birini almak: Bu tabi Canon’u ödüllendirmek olur. Bunu yapmamakta fayda var.
  • GH5 Beklemek: Micro 4:3 formatında bir kamera almayacağım : ) ama siz alabilirsiniz.
  • Blackmagic Ursa Mini almak: Her ne kadar kağıt üstünde iyi görünse de Blackmagic’in de bir sürü sorunu olacaktır. Tabi ki fiyatı cazip, Raw çekiyor, yanında Davinci Resolve ile geliyor vs vs… Lens sorunu da bir şekilde aşılabilecekse ve yanınızda büyük kamera taşımaya hazırsanız Blackmagic URSA Mini şu anda en makul seçenek gibi duruyor. Tabi haftaya başka bir şey çıkarabilirler!
  • Sony A7 serisine geçmek: Harika aletler olmasına rağmen A serisinin de daha önce yazdığım dertleri var. Tekrar etmeye gerek yok. Ayrıca bence epey pahalılar. Mercek sorunu da aynı şekilde geçerli. Sony’nin mercek çıkarmasını beklerseniz 10 yıl falan beklersiniz diye düşünüyorum.
  • 5D Mark III ve Magic Lantern ile devam etmek: 4K görüntü üretme derdiniz yoksa (ki stok görüntü işiyle uğraşmıyorsanız veya sinemalarda film göstermeyecekseniz aslında şu anda böyle bir derdiniz de olmamalı) en akılcı seçenek bu gibi görünüyor.
  • Kamera kiralamak: Tabi eğer ciddi bir projeniz varsa her zaman kamera kiralamak en iyisidir. Böylece son teknolojiyi kullanmış olursunuz. Elbette diğer yollardan daha pahalıdır ama sonuç da daha iyi olur. Tabi kamera her an yanınızda olsun istiyorsanız veya sürekli prodüksiyon yapacaksanız bu yol size uymaz.

Benim durumum daha karışık: Bir çok farklı amaçla (Profesyonel, sanatsal, eğitim, kişisel, hem fotoğraf, hem video) kameraya sürekli ihtiyacı olan biriyim. Stok görüntü de ürettiğim için 4K’ya da ihtiyacım var ama genelde yalnız veya çok küçük ekiplerle çalıştığım için bütün bunlara aynı zamanda küçük bir gövdede ihtiyacım var.

Kısacası Canon 5D kullanıcılarına ihanet ederken aslında en çok bana benzer kullanıcıları yarı yolda bırakmış oldu. Eh buna da çok şaşıramıyorum: Benim türümde kullanıcı sayısı yeterli değil demek ki onlar için. Bu yeni 5D daha çok fotoğrafçıları sevindirecek bir güncelleme.

Ne yazık ki bu şartlar altında yapacak pek bir şey yok. Canon’dan bir kaç yıl bir şey beklemek hayal artık. Diğerleri de tam olmuş ürünler değil.

Aslında artık kameranın pek bir önemi de yok: Elinizdeki kamera her zaman en iyisidir!

Hele yeni Iphone 7 Plus gibi çok kameralı sistemler geldikçe yakında sadece telefonunuz her şeye yetebilir (ciddiyim).

Özellikle L16 adlı yukarıda resmini gördüğünüz şu ilginç kamera yeni bir dönemin başlangıcı olabilir: “Computational Photography” ye hoş geldiniz!

Yeni Kısa Film: Kutu (Fragman)

The Box – Trailer from ilker canikligil on Vimeo.

Son kısa filmimi 2007’de çekmiştim. İnsanın yaşı ilerlerken kısa film manasız geliyor. Fonksiyonel olmayan, para kazandırmayacak ve kimsenin de pek umrunda olmayan bir şeyle uğraşmak saçma görünebiliyor. Oysa bu doğru bir bakış değil.

Bu blogu izleyenlerin bildiği gibi üç yıl önce İstanbul Film Akademi‘de başlattığımız atölyelerde katılımcılara tek mekanda geçen, iki oyunculu ve 8 saatte çekilecek filmler yaptırıyoruz. Bugüne kadar 30 kadar film yaptık bu şekilde.

Bu filmlerin hepsinde aslında tekrar “temellere döndüğümü” ve sinemaya ait bir çok meseleyi tekrar düşündüğümü fark ettim. Tabi neredeyse bütün çekimlerde yönetmenlerin işlerine karışmamak için kendimi zor tutuyordum! (Hatta galiba bazen biraz da karişiyordum ama bir atölyede bu kabul edilebilir!)

Sonunda sevgili Veysi’nin de israrıyla bir kaç tane de ben çekmeye karar verdim fakat kendime ayrıcalık yapmadım: Yine tek mekan (IFA’nın platosu), iki oyuncu ve sekiz saat çekim süresi ve yine 5D MK III…

Önce profesyonel bir kamera ve hatta görüntü yönetmeni ile çalışmayı düşündüm ama sonra vaz geçtim. Nedenini uzun anlatmam gerek o yüzden şimdilik geçiyorum.

Kendime yaptığım üç ayrıcalık oldu: Birincisi uzun zamandır sadece tilt shift merceklerle bir şey çekmek istiyordum. Filmin öyküsü buna uygundu o yüzden tüm film elimdeki 17 TS, 24 TS ve 90 TS ile çekildi. İkincisi atölyedeki diğer filmlerden farklı olarak “Kutu”yu Magic Lantern adlı harika yazılım sayesinde RAW çektik. Üçüncüsü de sis makinesi kiralamakti!

Doğrusu yıllardır profesyonel yönetmenlik yapan biri olarak beklemediğim şekilde zorlandım ve bir kere daha anladım ki kendi yazdığın bir şeyi çekmek daha zor ve bir yönetmenin yanında durup “şunu şöyle yapsak” demekle o filmi yönetmek arasında dağlar kadar fark var!

Yukarıda fragmanini izleyeceğiniz Kutu’nun senaryosunu daha önce başka bir katılımcımız (Ali Beke Ceylan) için yazmıştım ve hatta bitmiş filmi burada paylaşmıştım.

Kendi senaryomu tekrar yorumladım kısacası. Tabi bu yeniden yorumlama sırasında epey değişti film. Bu da atölye açısından ilginç bir deneyim oldu: Aynı senaryonun başka yönetmenler tarafından uyarlanması…

Sonuç olarak yıllar sonra yeniden kısa filme dönmüş oldum. Kısa filmin Türkiye’de genelde bir “sinema öğrencisi uğraşı” olduğunu biliyorum ama doğrusu yıllar sonra yeniden “sadece kendi istediğim gibi ve kimseye bir şey beğendirme zorunluluğu olmadan” bir şey çekmek hoşuma gitti.

Hatta o kadar ki hemen ardından bir tane daha çektim! O da yolda…

Müzik ve görsel efektleri her zamanki gibi sevgili dostum Emre Aypar yaptı. Final ses miksini de Barkın Engin. Katılımcılara, bütün IFA ekibine ve Veysi’ye, Nazım’a ve oyuncularım Deniz ve Burcu’ya, Edelkrone ve Otomat‘a teşekkürler.

Yaşasın Kısa Film! 🙂

Canon EOS 5D MK IV Neden Yeterince İyi Değil?

5dm4

Bu sabah uzun süredir beklenen 5D MK IV duyuruldu. Açıkçası bir çok açıdan gelişmişÂ özellikler getirse de bu yeni Canon beni hayal kırıklığına uğrattı.

Neden?

1 – Kamera CFast adlı yeni bellek kartlarını desteklemiyor. Hala bitmiş tükenmiş CF ile geliyor ki bu da Canon’un yazının sonunda açıklayacağım niyetleriyle ilgili sanırım. Fakat bu bile yeni Canon’un gerçekten “yeni” olmadığını gösteriyor. Elinizde CF kartları atmayacaksınız belki iyi tarafı budur.

2 – 4K video var ama 1.74 crop faktörüyle! Bu blogu okuyanlar bilir “kırpılmış” kameralara alerjim var. 1DX MK II’de bu faktör 1.3 olarak daha kabul edilebilirdi. Ancak 1.74 gülünç bir kırpma oranı. Bu şu demek: 16 mm mercek taktınız ve fotoğraf çektiniz. “Hadi biraz da video çekeyim” dediniz ve 4K videoya geçtiniz. Hooop! Merceğiniz 28 mm oluverdi! Fotoğrafla videonun iç içe geçtiği böyle bir dönemde böyle saçmalık olur mu? Canoncular büyük olasılıkla “ama super 35 mm’ye yakın” diyeceklerdir. Evet yakın ama ucunda EF mercek varsa ne yapayım ben Super 35’i?)

3 – 4K var ama sadece 30 fps’e kadar ve yalnızca MJpeg ile 500 Mbit (sene 2016 Mjpeg nedir yahu? Şaka mı bu?) 60p çekmek için 1080’e, 120 fps için 720’ye düşeceksiniz! Bu sınırlama CF karttan kaynaklı diye düşünüyorum. CF’in üst sınırı 100 MB/sec.

4 – Hala log kayıt, lut vs gibi filmciler için önemli ayrıntılar yok.

5 – HDMI’dan 4K çıkış yok. Sadece 1080 (Çünkü HDMI 1.4 veya 2.0 değil 1.3 kullanımış)

Tabi 4 yıl sonunda bazı düzeltilmiş şeyler de var:

1 – 30 MP dinamik aralığı daha yüksek olduğu iddia edilen bir algılayıcı (Tabi hala Sony’nin gerisinde)

2 – NFC, Wifi ve GPS (Sene 2016 Canon yeni uyanmış hey de hey!)

3 – Saniyede 7 kare çekim (Eskisi 6 kare/sn)

4 – HDR video (Bu ilginç bir özellik ama sadece 1080’de kullanılabiliyor. Bu seçenekte kamera 60 fps çekiyor fakat bunu 30’a düşürürken HDR video oluşturuyor)

5 – Dual pixel adı verilen videoda otomatik netlik sistemi (Bu sistem zaten 70D’den beri vardı. Yeni bir şey değil yani)

6 – Dokunmatik ve çözünürlüğü arttırılmış ekran (1.6 milyon piksel, eskisi 1.2 milyon pikseldi.)

7 – Dual pixel RAW adlı yeni özellik sayesinde (Lytro’nun yapabildiği şeylere benzer ama çok çok sınırlı olarak) çekim sonrasi netlik düzeltmesi yapabilme imkanı. Canon’un son 10 yıldır yaptığı tek gerçek innovasyon bu herhalde (Bu özellik sadece fotoğraf çekerken geçerli ve dosya boyutunuzu iki katına çıkarıyor)

8 – USB 3.0 (USB 3.1 çıktı ama Canon 3.0’a yeni geçti çok şükür)

Sonuç: Yukarıda saydığım nedenlerle ne yazık ki bu 5D serisi için beklenen büyüklükte bir yenileme değil. Hele filmcilere yönelik hiç değil.

5D MK IV gerçek 4K bir kamera olarak düşünülmemeli daha çok eski bildiğimiz 1080 üzerine kurulu ama 4K seçeneğini de adet yerini bulsun diye sunan “hybrid” bir model olarak görülebilir.

Peki neden böyle? Neden Canon 2008’de kendi başlattığı devrimin öncülüğünü sürdürmüyor? Çünkü Canon 5D serisi yerine c300, c500, c700 diye giden ve onbinlerce dolara satmaya çalıştığı kameralarını filmcilere kastırmak istiyor da ondan.

Tabi bu bence boş bir hayal. Kimse 3500 dolarlık bir kamera alacakken “a dur ya bu daha iyiymiş” deyip 12.000 dolarlık bir kamera almayacağı için bu nasıl bir stratejidir anlamak mümkün değil.

Neyse alacaklara hayırlı olsun. Magic Lantern’ciler kırarsa belki alırız (Gerçi kırsalar bile CF limiti yüzünden 4K RAW video yaptırmaları imkansız. Bravo Canon, Magic Lantern’i durdurdun : )

Galiba şimdilik 5D Mark 3’le devam veya Sony’ye merhaba diyeceğim.

Aletin Amerika fiyatı 3499 USD (Gövde). Daha detaylı bilgiye şuradan ulaşabilirsiniz.

PS: Sonuçta bir fotoğraf makinesi olarak ve genel olarak 5D MK III’ten daha iyi olduğuna şüphe yok ama zaten konu bu değil. Konu örneğin benim gibi 5D MK III sahibi biri bu aleti almalı mı? 1500 dolara elimdekini satsam üstüne 2000 USD daha koymam gerek bu aleti almak için. Bu cebimden çıkacak 2000 USD karşılığında ne elde ediyorum? 8 MP daha (Güldürmeyin insanı), videoda otomatik netlik (kullanmayacagim), dokunmatik ekran (ilgilenmiyorum), 1.74 kırpmalı hiç bir işe yaramayacak 4K (tamamen anlamsız), biraz daha dinamik aralık (belki), Wifi (zaten kullanabiliyorum başka yöntemlerle), GPS (olsa da olur olmasa da)

Bu saydıklarım için 2000 dolar verir miyim? Hayır. Bu bir sevgi meselesi değil, basit bir alım satım kararı.

Peki Canon’dan ne istiyorduk? Çok basit: CFast koy, full sensor 4K RAW kayda izin ver. “Bunu yapamiyorum” deme zira teknolojik olarak 2012 modelinde bile şu anda yapiyoruz bunu. Demek ki neymiş kendi kameranı bilerek ve isteyerek sakatlıyorsun. Verebileceğin özellikleri vermiyorsun. Ticari olarak haklisin belki ama gönüllerde değilsin Canon.

Atomos Ninja Flame

atomosblog

Yıllardır HDSLR ile çalışmak için düzgün bir ekran arıyordum. Hatta Samsung bir tabletle bu işi bir noktaya kadar çözebilmiştim ancak yine de gerçek bir HDMI ekrana ihtiyacım vardı. Tablet iyi olsa da saniyede 25 kare gösteremiyordu ve gecikme de az olsa da vardı.

İlk duyurulduğu günden beri bir kaç aydır gözüm Atomos’un Ninja serisinin yeni sürümü Flame‘deydi. Bir önceki sürümü (Ninja Assasin) yine burada incelemiş ve bir çok açıdan hayal kırıklığı yaşadığımı anlatmıştım.

Sonunda üç hafta önce Videodist ve Oktostore sayesinde bir adet Ninja Flame edindim (Tabi parasini vererek!).

Atomos bu sefer daha önce eleştirdiğim her şeyi düzeltmiş:

1 – Alet çok kaliteli bir “hard case” çanta ve yedek aküleriyle birlikte geliyor. Ayrıca siperlik ve ikinci şarj ünitesi de pakete eklenmiş. Dolayısıyla sadece iki eksiğiniz kalıyor: SSD bir disk ve HDMI kablosu.

2 – Yeni Atomos daha hızlı, daha sessiz ve iki batarya aynı anda takılabiliyor. Böylece akülerin biri bitmeden diğeri devreye girebiliyor ve kesintisiz çekim yapabiliyorsunuz. Ekranın çevresindeki koruma da daha sağlam.

3 – Bütün bu iyileştirmelerden de önemlisi yeni Atomos 1920*1080 çözünürlükte 10 bit desteği ve HDR (veya High Brightness 1500 nit) özelliğiyle geliyor. Ayrıca Atomos P3 renk uzayını destekliyor ve kalibre edilebiliyor (ek bir aparat ile tabi)

HDR’dan daha önce bahsetmiştim: Ne yazık ki bu konu henüz pek anlaşılmış değil. Özetle yeni Atomos 10 fstop’luk bir dinamik aralık sunarken eskiler Rec 709’un üst sınırı olan 6 f stopdan öteye geçemiyordu.

Kısaca HDR seçeneğini kullanırsanız kameranızın Log çıktısını “olması gerektiği gibi” yüksek bir dinamik aralıkla izleyebiliyorsunuz. Kayıt değişmiyor sadece sizin izlemeniz değişiyor. Böylece pozlama kararlarını daha kolay ve doğru şekilde yapabiliyorsunuz. Bunu basit bir LUT’la karıştırmamak gerek. Burada gerçekten “yüksek bir dinamik aralığın” gösterilmesi söz konusu.

Bu teknoloji bu boyutta bir ekranda daha önce görülmemiş bir özellik.

Eğer HDR’a ihtiyacınız yoksa “Yüksek Parlaklık” seçeneği ile 1500 nit parlaklıkla gün ışığında bile izleme yapabilirsiniz.

Bunun dışında tabi Atomos’un kayıtçı özellikleri de 4K da sıkıştırılmamış 4:2:2 Prores ile çalışmanıza izin veriyor. Tabi bunun için bir SSD’ye ihtiyacınız var.

Kısaca sadece taşınabilir bir ekran almayı düşünüyorsanız bile Atomos Ninja Flame gayet akılcı bir yatırım. 1500 nit lik 1920*1080 bir ekran için fiyatı makul (Benzer ekranlar 1500 USD’den başlıyor ve HDR desteğine sahip değiller).

Bunun yanında kayıtçı özelliği de tabi faydalı. Kısaca Atomos iyi işler yapmaya başladı. İzlemekte yarar var.

Yeni Atomos kimlere yarar derseniz özellikle gimbal sistemlerini kullananlar, okullar, HDSLR ile profesyonel veya yarı profesyonel çekimler yapmak isteyenler ve öğrenciler için önemli. Daha profesyonel işler yapacaksanız bir üst model Shogun’da SDI girişi de var.

Yeni Hassel ve 4K RAW Video

hassy

Nisan ayında duyurulan yeni Hasselblad H6D 100c bugüne kadar kimsenin yapmadığı bir şeyi yapıyor: 54*40mm lik ve 100 Mpiksellik dev algılayıcısından 4K çözünürlüğünde 12 bit RAW video kaydına izin veriyor.

Bu örneğin Arri Alexa 65 adlı sadece kiralanabilen (çok sevdiğiniz İnarritu’nun son filminin çekildiği) kameranın sahip olduğundan daha büyük bir algılayıcı anlamına geliyor.

30 bin USD’lik gövde fiyatıyla bu kamera elbette çok küçük bir kesimin oyuncağı olabilir ama içindeki teknoloji bize kameraların gidişatı ile ilgili önemli şeyler söylüyor.

1 – Algılayıcı boyutları büyümeye devam edecek. En azından “High End” (Üst Uç) takılmak isteyenler bu yola gitmek zorunda kalacaklar.

2 – RAW Video en geç bir kaç yıl içinde sıradan bir özellik haline gelecek. Bu noktada medya hızlarının artması tabi etkili. Yavaş yavaş CF’in yerini alan CFast kartlar saniyede 510 MB hıza ulaşabiliyor. Eh bu durumda RAW videonun önünde pek bir engel kalmıyor.

Ben de son iki ayda Magic Lantern ile iki kısa filmi RAW olarak çektim. İlk çıktığı zaman korku yaratan RAW artık eskisi kadar korkutucu değil doğrusu.

Sektörde kimsenin RAW’dan hoşlanmadığını biliyorum hatta “Game of Thrones” gibi super prodüksiyonlar bile 4:4:4 Prores ile yetiniyorlar. Şuradan da görebileceğiniz gibi bir çok profesyonel Prores’in RAW kadar iyi olduğu konusunda iddialı.

Tabi Arri’nin Prores iyle Canon’un h264’ü kıyaslanmaz. Benim durumumda RAW çok daha manalı. İlmi bir karşılaştırma yapmadım ama gözle bile bakınca RAW açık ara iyi! Varsın fazla veri olsun. Sabit disk satin almaktan korkmaya gerek yok!

Fırsat bulursam yeni Hassel’i denemek istiyorum: Rolling Shutter sorununu çözebildilerse dünyanın en iyi kamerasını yapmış olabilirler!

Filmcilikle İlgili Basmakalıp Fikirler

Gustave Flaubert’in “Edinilmiş Fikir” diye bir kavramı vardı. “Edinilmiş Fikirler Sözlüğü” adında bir kitap çıkarmak için hayatı boyunca uğraştı ancak bitiremeden öldü (gerçi sonradan bitmemiş haliyle basıldı)

“Edinilmiş fikirler” (Les İdées Reçues) kısaca herhangi bir konuda yeterince bilgi sahibi olmadan edinilebilecek, en kolay ve ilk akla gelebilecek ve genelde yanlış olan klişe düşünceleri ifade eder. Bizim film dünyamızda da bunlar az buz değildir. İşte en sevdiğim on tanesi:

1 – Senaryo / Fikir çok önemli: Bu lafı edenler genelde “çok iyi bir fikir”, “şahane bir senaryo” diye bir şeyin var olduğunu düşünürler/sanırlar. Fakat her nasılsa bu büyülü fikirler bir türlü onlara veya çevrelerindeki kimseye gelmez hep başkalarına gider. Ah o müthiş fikir bir gelse akıllarına neler yapacaklardır! O fikir öyle bir fikir olacaktır ki bir yapımcıya anlatıldığında adam düşüp bayılacak, oyunculara anlatıldığında hepsi bütün programlarını sizin için değiştirecek ve kapınızda yatıp kalkmaya başlayacaktır!

Oysa bir film fikirle yapılmaz. Fikir çoğunlukla son derece önemsizdir. Önemli olan o fikri nasıl ifade edeceğiniz olabilir ancak. Bunu iyi yapmak da çok uzun uğraş ve yıllar sürecek bir öğrenme süreci gerektirir. Öyle “tuvalette aklıma harika bir fikir geldi bu şahane olur” diyenlere inanmayın siz. Buna inanmak “aklıma patates şeklinde bina yapmak geldi harika olacak” diyen bir mimara inanmak kadar akıllıcadır ancak.

“Harika bir fikir”den çok berbat fikirler gerçekten vardır tabi. Onların hakkını yemeyelim ve kötü bir fikirden iyi film çıkması imkansızdır. Oysa iyi bir fikirden çok kolay kötü film çıkar.

2 – Kamera Açıları Çok İyi / Çok farklı Şahsi favorilerimdendir. Bu saçma cümle üzerine roman yazabilirim. Yahu ne demek kamera açıları çok iyi? Kamera açısı ne demek? Mercekten mi söz ediyorsunuz? Kameranın yüksekliğinden mi? Oyuncunun kameraya uzaklığından mı? Sonuçta ortaya çıkan kompozisyondan mı? Bunların hangisinden bahsederseniz edin saçma bir söz ediyorsunuz. Kendi başına “iyi kamera açısı” diye bir şey yoktur. Belirli bir bağlamda (senaryo) belki böyle bir şeyden bahsedilebilir ama yine mimariden gidersek bu bir binaya bakıp “kolonları çok sağlam, mimar çok iyi” demekle aynıdır.

3 – Oyunculuk çok önemli: Oyunculuk önemlidir evet ama yazdığınız uyduruk diyalogları Robert DeNiro bile okusa bir halta benzemezdi. Oyuncuyu odun gibi oraya dümdüz koydunuz ve hiç bir mantığı olmayan ve samimiyetsiz ve klişe diyaloglarınızı büyük bir şevkle söylemesini beklediniz. Olmayınca da “oyunculuk çok önemli” diyorsunuz!

4 – Renkler çok güzel… XXY colorist çok iyi… Alın size bir tane daha: Renkler iyi derken neyi kast ediyorsunuz? Renk deyince ne anliyorsunuz? Ne biliyorsunuz renkle ilgili? Bir filmin sanat yönetiminden haberiniz var mi yoksa rengin sadece colorist tarafindan yaratilan bir şey olduğunu mu düşünüyorsunuz? Ya da basitçe maviyi mi seviyorsunuz? Yoksa “sarı mı daha güzel böyle canlı falan”.

5 – Tabi senaryoyu yazdık ama oraya ufak bir şey bulmak lazım Bu genelde reklam ajanslarının topu yönetmene atma sözüdür. Bulunacak şey aslında ufak falan değildir ve bulunmuş olan asıl fikrin cılız olduğu herkesçe bilinmektedir. Bu cılız fikir cılız şekilde yazılmış ve işlenmiştir. Üstüne bir de müşteri tarafından çekiştirilmiş ve ajansın da bir noktada pes etmesiyle sonuç iyice kaos olmuştur. Bütün bu acuzet içinden çıkılması için sizin o “ufak” eklemeyle harika bir film yapmanız yeterli olacaktır. Böylece sonuçta iş “şahane” olmazsa tek suçlu siz olursunuz: O ufacık fikri bile bulup filmi kurtaramadınız! Ne kadar akıllıca değil mi?

6 – Yayında Toplar! En klasik yalandır. Yayında hiç bir şey “toplamaz” sadece öyle inanmak istediğiniz için size öyle gelir. Bir de tabi aradan zaman geçeceği için siz o takıldığınız meseleyi çoktan unutmuş olursunuz.

7 – Kameraman Çok İyi: Bu da ikinci başlığın bir türevidir. Filmcilikten anladığınızı göstermek için havalı bir sözdür elbette ama bir film için bunu söyluyorsanız genellikle film olmamış demektir.

8 – Kurgusu çok güzel:  Bu sözde kurgu ile ifade edilen gerçekte kurgu değil dramatik yapı veya anlatımdır. Bu biraz da Türkçe’nin bir eksikliği. Zira Hollywood’un da hala kullandığı “Continuity Editing” zaten fark edilmemek üzere inşa edilmiştir.

9 –  Türkiye’de … Yok:   Noktalı yerlere istediğinizi koyabilirsiniz. En çok görülenleri yapımcı, senarist, yönetmen ve oyuncudur. Bir Amerikalı aynı sözü eder mi acaba merak ediyorum. “There are no producers in USA” lisanen bile saçma bir laf olduğu açık değil mi?

10 – Türkiye’de Ne Hikayeler Var Aslında: Bu da kişisel favorimdir. Nedense bu müthiş hikayeler bir türlü bulunamamaktadır. Herhalde 9. maddeyle ilgili olsa gerektir bu sorun.

Son olarak o zaman İngilizce söyleyelim aynı şeyi daha manalı görünsün: “There are so many fantastic stories in Turkey”

BONUS: Renkler çok güzel böyle pastel falan… canlı yani!
BONUS 2: Kurguda yediririz. Nah yedirirsin!

Renge Girmek!

cc
Sektörde hasta olduğum laflardandır: Renge girmek! (Daha da kötüsü “color” a girmek!)

Evet, geçen ay yıllar sonra yeniden bir kısa film çektim ve tabi ki neredeyse her şeyini yapmak da bana kaldı!

Bunca yıldır yerli yersiz bir sürü şeyi öğrenmeye çalışmamın ve kafa yormamın bazı insanları içten içe şaşırttığını görürüm.

Oysa bunun arkasında “Kendi işini kendin gör” felsefesi yatıyor. Bu anlayışın yararları da var zararları da… Türkiye gibi uzmanlaşmanın az olduğu bir ülkede her şeyden anlamanızda sonsuz yarar var. Bir defasında colorist olduğunu iddia eden biri bana “Renk uzmanıyım” demişti. “Tamam harika” dedim “O zaman şu kızın cildini resmin geri kalanından ayır ve yumuşat.” Durdu, hık mık etti, sonunda “Onu nasıl yapacağımı bilmiyorum” dedi : ) Kısaca “uzmanım” diyenlere her zaman inanmayın!

Tabi yukarıda dediğim gibi bu “kendin yap” yaklaşımının problemli tarafı da çok: Her şeyi iyi yapamıyorsunuz, konsantrasyonunuz dağılıyor, zorlanıyorsunuz vs. ama asıl daha da kötüsü yalnız kalıyorsunuz: Verdiğiniz kararların doğruluğundan (tabi doğru diye bir şey varsa!) emin olmanız güçleşiyor.

Dün Ben Wheatley diye bir yönetmenin Ballard’dan uyarladığı High Rise adlı filmini izledim. Yönetmen ender rastlanan şekilde filmlerinin kurgusunu da kendisi yapıyormuş. Genelde bu istenmeyen, önerilmeyen bir şeydir. Bir röportajında bu durumu savunuyordu (gerçi filmi hiç olmamış ama o başka bir mesele! Eminim onu da başyapıt olarak görecek çok insan vardır. Filmdeki en iyi şey şuradaki Portishead uyarlamasıydı)

Kendi çektiğin bir şeyi kurgulamak tabi kolay değil fakat özellikle renk konusu en zoru diyebilirim zira hem çok iyi bir teknisyen olmayı, hem renk bilgisine sahip olmayı, hem de yaratıcı olmayı gerektiriyor. Ayrıca izleme şartlarınızın ve tabi ana malzemenizin de (sanat yönetimi, kostüm, ışık, kamera, mercek) iyi olması şart.

Kendin yapmanın en güzel tarafı belirli bir süreye sıkışmamak. Normalde saatle para verilen bir renk düzenleme suitine girdiğinizde olabilecek en kısa sürede çıkmaya çalışırsınız. Burada öyle bir durum yok ve bu iyi bir şey.

Tabi günler boyu renkle uğraştığınızda sonunda garip şekilde şunu fark ediyorsunuz: Yaptığınız bütün o işlemler, siyahı ve beyazı nereye koyacağınız konusundaki bütün ikirciklenmeler aslında çok da önemli değil. Bu tür kararlar filmin özünü değiştirmiyor ama yine de yapılması gerekli tabi.

Bu arada renk ve ışıkla ilgilenenlere Hannibal‘i tavsiye ederim. Üç sezonluk bu şahane dizi özellikle sanat yönetimi, oyuculuk, kamera, ışık, renk ve hatta senaryo gibi konularda önceki filmlere bile toz attırıyor. Maalesef Amerikalılar Türkler kadar akıllı olmadıkları için bölümler 43 dk. Halbuki kafaları çalışsa 110 dk yaparlardı.

Ne yapsınlar işte onlar da öyle!

Tekno-Pazarlama Hileleri

Apple’ın yeni Ipad’i Pro 9.7 eskisinden “yüzde 25 daha parlak!” diye tanıtılınca merak edip bir Apple Mağazasında iki modeli yan yana açtım. Aradaki parlaklık farkı yok denecek kadar azdı ve buna önce şaşırdım. Sonra pazarlamacıların benim gibi yıllardır bu meselelerle haşır neşir birini bile bir anlığına da olsa etkilemiş olduklarını fark ettim.

Buradaki hile şu (Aslında buna bir hile denemez, belki bilimsel olarak doğru bir verinin yanıltıcı sunumu diyebiliriz): Farkın yüzde 25 olarak ifade edilmesi etkileyici gibi görünse de bunun algısal olarak karşılığı o kadar düşük ki! Zaten “parlaklık” içinde olduğunuz ortamın aydınlığına göre de önem kazanan bir şey. Bir insanın parlaklık farkını rahatça algılayabilmesi için %100 bir artış olmalı (başka bir deyişle 1 fstop).

Ne yazık ki pazarlama denen şey bu tür yanıltmalara sıklıkla başvuruyor. Bunlardan en beğendiklerim şunlar:

* 15 fstop dinamik aralık! Buna özellikle hayranım. Bir kameranın yüksek dinamik aralığa sahip olması elbette iyi bir şey. Tamam da en iyi ekranlar bile 7-8 f stop gösterebiliyorken ne yapalım bu kadar aralığı? Her çektiğimiz şeye renk düzenleme yapacaksak olabilir. Ayrıca hem kameralar iddia edilen bu yüksek dinamik aralıkları sadece “temel ISO” değerlerinde verebiliyor hem de zaten bir kameranın 15 fstop vermesi teorik olarak bile mümkün değil. Bana inanmiyorsaniz şuradan okuyun.

* 4K – 8K – 16K Tamam pikselleriniz fazla ama her bir pikselin kalitesinden de söz etseniz veya sıkıştırma algoritmanızdan, saniyedeki veri hızınızdan, algılayıcı boyunuzdan, mercek diye koyduğunuz plastik parçasından? Cep telefonunuz bile 4K çekiyor olabilir ama bu onun “sadece” HD çeken bir Arri Alexa’dan daha iyi olduğunu göstermiyor ne yazık ki : ) Aynı şey megapiksel hesabı için de geçerli elbette.

* 1:1.000.000 Kontrast: Buna da özel bir ödül verilmeli. Ekran üreticileri bu hesabı nasıl yapıyor tahmin edin: Çok karanlık bir görüntü oluşturup buradan siyahı alıyorlar, sonra çok aydınlık “ayrı” bir görüntü oluşturup bundan en beyazı alıyorlar. Sonra da bu iki ayrı değeri oranlayıp başlıktaki saçma kontrast değerini ortaya atıyorlar. Buna da “dinamik kontrast” diyorlar. Evet anahtar kelime “dinamik”. Şu anda sadece OLED ekranlar bu değerleri gerçekten yakalayabiliyor. LCD’lerin hepsi için bu büyük bir kandırmaca.

* 16.7 Milyon Renk: Bu da kötü matematiğe bir örnek. RGB kanallarının her biri için 8 er bit yani 2 üzeri 8=256 (Yani 256 farklı değer), bunları da çarpalım! Hop 16.7 milyon renk! Ekrandaki her piksel başka renkte bile olsa HD de 2 milyon 4K da 8 milyon renk elde edebilirken şu 16.7 milyonu (Tam olarak 16.777.216 fakat iddia o kadar yalan ki yuvarlarken 77,216 rengi de bir tarafa atabiliyorlar : ) bir açıklasak! Ayrıca bit derinliği=gamut değildir!

Sonuç: Tamamen yararsız bir ifade şekli.

* 1 Milyar Renk: Yukarıdakinin aynısı 10 bit olarak hesaplayın

* 10 – 12 bit Derinlik! Bit derinliğini tam olarak anlamadıysanız yüksek olanın iyi olduğuna yemin edebilirsiniz oysa durum bu değil. “Yüksek bit daha fazla renk içerecek” diye bir kural yok. İşte şu da ispatı.

* 4 Milyon ISO: Her biri basket topu kadar tanecik ve 4 fstop dinamik aralıkla 4 milyon ISO! Tepe tepe kullanın.

Kısaca teknik bir alet alacaksanız neye nasıl bakacağınızı bilmeniz gerek. Aksi takdirde yanlış değerlere bakıp, yanlış sonuçlara varıp, yanlış kararlar vermeniz çok olası. Tabi, yanlış sonuçlara varıp tesadüfen doğru tercihi yapma ihtimaliniz de var : )

Parlaklık Savaşları!

HDR denince fotoğrafla uğraşanlar genelde yüzünü buruşturur. Bu konuda da haksız değiller. High Dynamic Range (Yüksek Dinamik Aralık) adı verilen ve özünde akıllıca bir teknik olan bu talihsiz kısaltma özellikle yeni başlayan fotoğrafçılar için içinden çıkılması neyse ki uzun sürmeyen bir çukurdur. Bu teknikte görüntü birden çok farklı pozlamanın birleştirilmesi ile ortaya çıkarılır ve sonuç (biraz da bilinçsiz kullanım nedeniyle) genelde aşırı renkli, aşırı işlenmiş, doğallıktan çok uzaktır.

Bu saçmalığın ardında görüntü sistemlerinin temel bir kusuru yatıyordu. Bilindiği gibi insan gözünün “dinamik aralığı” (siyah ile beyaz arasındaki farka toleransı) çok yüksek. Oysa teknik görüntü sistemlerinde bu böyle değildi. Biz yıllardır esasen 1950’lerde temeli atılmış bir TV ve video sisteminde yaşıyoruz. Her ne kadar çözünürlük sürekli artsa da renk ve ton zenginliği (en azından gösterim aracı olan TV’ler için) artmıyordu. Oysa kameralar son on yılda dinamik aralıklarını çok arttırdılar.

İşte bu sorunu çözmek için bu yıl TV teknolojisinde 90lardan bu yana görülen en büyük ve en anlamlı değişim başlıyor: Bu değişimin adı HDR TV.

Fotoğrafla ilgilenenler korkmasın çünkü HDR TV ile fotoğraftaki HDR aynı şey değil. Fotoğrafta bu yukarıda açıkladığım gibi bir manipülasyon yöntemini ifade ediyordu. Oysa video alanında bu bir teknoloji sıçraması.

Aslında her şey yıllar önce Dolby Vision ile başlamıştı.

Standart TV setleri 300-400 nit parlaklık veriyor (yani en parlak gösterebilecekleri noktanın candela/m2 cinsinden ifadesi). Bu parlaklık seviyesi daha geniş bir dinamik aralık sağlamak için yeterli değil. İşte HDR TV’nin temelinde bu yatıyor. Her ne kadar Dolby önce 4000 nit gibi aşırı bir parlaklık önermiş olsa da yeni HDR TV’ler 1000 nit parlaklık seviyesi ile geliyor! Esasen bir parlaklık artışı olmasına rağmen bu ciddi artış aynı zamanda renk skalasını da genişletiyor. Renkler daha canlı ve çeşitli hale geliyor.

Tabi geçiş sanıldığı kadar kolay değil. Bu geçişin standart ve geriye uyumlu halde olması için daha önce kurulmuş olan UHD Alliance “Ultra HD Premium” adı altında bir standart geliştirdi. Buna göre “Ultra HD Premium” logosu taşıyan bir ekran en az 10 bit renk derinliğinde çalışmalı, en az 1000 nit parlaklıkta beyaz ve en fazla 0.05 nit parlaklıkta siyah gösterebilmeli.

Tabi Dolby Vision bu alanda tek değil ve ne yazık ki şu anda her TV üreticisi kendi HDR yorumunu yapmış durumda. Burada iki problem var:

1 – Kameralardan gelen 14-15 fstopluk dinamik aralığın tam olarak kullanılabilmesi (gösterilebilmesi) için HDR Renk düzenleme yapılması gerekiyor. Fakat aynı zamanda HDR olmayan TV’lerin de düzgün çalışmaya devam etmesi gerekli. O halde ayni görüntülerin iki ayrı kopyasına ihtiyaç var.

2 – Renk düzenlemesi HDR olarak yapılmış içeriğin HDR özelliğine sahip bir TV’ye ulaştığı zaman o TV’nin kendi HDR teknolojisine göre ufak bir düzenleme ile gösterilmesi gerekiyor (aksi takdirde her şey yanlış görünür) Bunu yapabilmek için görüntünün içine TV’nin anlayabileceği bir meta veri yazmak gerekli. Bunun sonucu HDMI 2.0a bağlantı kullanmak gerekiyor. Yani alacağınız TV’de HDMI 2.0a olması şart.

4K trenine erken binenler için üzgünüm. HDR TV basit bir pazarlama hilesinden çok ileri bir şey. Öyle ki bu yeni durumda filmlerin sadece renk düzenleme aşaması değil çekim yöntemleri bile değişebilir.Eskiden çekmeye cesaret edemediğiniz bazı yüksek kontrast sahneleri artık çekebilirsiniz. Tabi eski filmlerin de yeniden scan edilmesi veya digital olanların da yeniden HDR olarak renk düzenlemesi aşamasından geçmesi gerekecek. Kısaca ortada bir içerik sorunu da var. Bu konuda en atak kurum Netflix olacak gibi görünüyor.

Donanım tarafında ise konunun ilk ciddi örneklerinden birini geçen günlerde Atomos’dan gelen haberle duyduk: Atomos yeni Flame serisinde 1500 Nit parlaklıkta ekranla ve HDR desteğiyle geliyor. Bu sanırım dünyada bir ilk. Güzel tarafı 1500 nit parlaklıktaki bir ekranı güneş altında da rahatlıkla görebilirsiniz. Ipad Pro 9.7 inch de 500 nit le parlaklık savaşına girmiş görünüyor.

Atomos’un şu videosundan HDR Video nun ne olduğunu görebilirsiniz. Peki elinizdeki kamera HDR video üretebilir mi? Log kayit seçeneği varsa teorik olarak evet. Tabi bugünden itibaren 10 bit olmayan bir kameraya el sürmemekte hayır var.

Tabi sonuç olarak bütün bunlar çok önemli mi? Eski TV’nizi veya kameranızı hemen sokağa mı atmanız gerekiyor?

Hayır tabi ki ama dünya dönüyor işte sen ne dersen de : )

Phantom 4 ve Düşündürdükleri

dji-phantom-4-front

DJI’a boşuna Çinli Apple denmemiş.

Evvelki gün firma Phantom serisinin yeni sürümünü tanıttı.

Bu yeni IHA (İnsansız Hava Aracı) Phantom 4 ne yazık ki kamera açısından neredeyse hiç bir gelişme içermiyor (yeni bir mercek tasarımını bir kenara bırakırsak) ancak onun dışında her konuda bir çok yeni özellikle geliyor.

Bunların en önemlileri şöyle sıralanabilir: Daha yumuşak bir sabitleme sistemi, daha yüksek hız (72 km/s), spor modu, daha fazla uçuş süresi (28 dk), çift uçuş bilgisayarı, çift pusula, engel tanıma sistemi, “dokunduğum yere git” özelliği, nesne ve insanları takip etme özelliği (verici olmaksızın), 5 KM bağlantı mesafesi, yükseltilmiş yeni pervane ve motor sistemi, unibody tasarım…

Türkiye’deki durumun belirsizliğinden söz etmiştim. Geçen haftalarda bir yönetmelik çıktı ve artık sahip olduğunuz IHA’yı kaydettirmeniz gerekiyor.

Bu iyi bir adım. Gel gelelim bu kontrol etme çabaları çok umutsuz geliyor bana: Görünen o ki DJI ve diğerleri IHA kullanmayı inanılmaz derecede basit hale getirecekler. Tabi bu çok mantıklı zira bu aletleri hakkıyla kullanmak gerçekten sebat isteyen bir iş. Buna kimse kolay kolay yanaşmayacağı ve cesaret edemeyeceği için ürün satmanın yolu işi basitleştirmekten geçiyor. Aynı nedenle DJI korkan çekinen kullanıcılar için yılda 279 dolara sınırsız garanti veriyor (kullanıcı hatasından bile düşseniz sınırsız tamir / yenileme garantisi!)

İyi ama bu aletler tamamen kendi kendilerine uçar hale geldiklerinde lisansi kim alacak, denetleme nasil yapilacak, bir kaza olduğunda suçlu DJI mi olacak siz mi gibi sorular beliriyor.

Dünyada ve Türkiye’de bu aletlerden haz etmeyen epey insan var. Bunlar genellikle eskiden beri uçuşla uğraşanlar. Gerçekten de sorumsuz kullanıcıların bir facia yaratması ihtimali var.

Bu duruma genel olarak bir paradigma kayması diyebiliriz. Aynı şey fotoğraf ve video işlerinde de oluyor: Eskiden çok küçük bir elitin elinde olan imkanlar bugün herkesin elinde… Bu da tabi ki eski elitin sahip olduğu ayrıcalığa bir saldırı gibi görülüyor ve hoşa gitmiyor.

Hoşunuza gitsin veya gitmesin bu tür paradigma kaymaları sırasında söylenmek, protesto etmek, iddialaşmak, karşı çıkmak, küçümsemek hiç ama hiç bir işe yaramıyor. Tabi ki karşımıza çıkan her şeyi kucaklamak zorunda değiliz ama körü körüne reddetmek de genelde “yaşlanmakla” sonuçlanıyor (tabi fiziksel değil ruhani bir yaşlanmadan söz ediyorum). (“35 mm daha iyiydi” diyenler bugünlerde çoğaldı değil mi : )

Yapılacak en akıllıca şey bu yeni teknolojileri nasıl daha etkili kullanabileceğimize bakmak olabilir diye düşünüyorum zira gerçek elitlerin üzülmesine gerek yok. Gerçekten bir yeteneğiniz varsa hala fark yaratabilirsiniz. Yeteneğiniz yoksa ve sadece pahalı ekipmanlara bir şekilde kavuşmak gibi bir şansınız olduysa evet gelecek sizin için daha zor olacak demektir.

Dronelar geliyor. Hem de çok hızlı şekilde. Aynı hız kameralar için de olsa iyi olurdu. Oysa biz hala Canon’un 4 yıllık kamerasını yenilemesini bekliyoruz!

Social Media

Visit Us On TwitterVisit Us On Youtube